Ülkemizde dini yapılanma görüntüsü altında cemaat toplayan örgütlenmelerin hepsi olmasa da büyük kısmı devlet düzeneğini ele geçirme maksadı taşır. Çok bilinen ismiyle FETÖ cemaatinin yöneticisi pozisyonunda bulunanlar tam da bunu yapmaya darbe girişimi yapacak kadar yaklaşmışlardı.

Devlet mekanizmasındaki en önemli yerler olan Adliye, Mülkiye, Askeriye gibi yapıları yavaş yavaş ve asla silah kullanmayacağı görüntüsü vererek ve “hoşgörü” prensibini savunarak ele geçirdiler. Sadece Ak Parti değil, Türkeş’ten Ecevit’e, Demirel’den Özal’a kadar hepsinin sempatisini kazandılar. Birçok cemaat içinde devlet yönetiminin en üst kademesinde yer alan liderlerle bu denli yakın ilişki içinde olabilmelerinin ardında elbette ki, FETÖ’yü besleyip kollayan, darbe girişimine rağmen uluslararası anlaşmaları da görmezden gelerek iade etmeyen dış güçlerin katkısı büyüktür. Laikliğe ve Atatürkçülüğe bağlı bildiğimiz Sosyal Demokrat Bülent Ecevit, solcu bir lider olarak örgütün başına kollarını açmıştı. İdeolojisiyle çelişen bu durumu şöyle açıklıyordu “biliyorum, dinci, anti-laik bir organizasyon, hoş görünmek için takiyye yapıyor; ama takiyye zamanla gerçeğe dönüşebilir!”. Ecevitte bile laik ve Atatürkçü refleksleri zayıflatarak devlet kademelerine sızan bu ve bunun gibi örgütler birer virüs gibidir. Vücudun birkaç hücresi içine girmeleri yeter. Daha sonra hücre çekirdeğindeki yönetici DNA ile birleşerek, hücrenin kendi maddesini kullanmaya başlar ve o hücrenin içinde kendisinden milyonlarcasını ürettikten sonra hücreyi parçalayarak dışarı çıkar. Yani parçalanan, yok olan hücre kendisinin ana maddelerinin kullanılarak yok edildiğini sonuna kadar anlayamaz, afyonlanmış gibidir.



Bizim devlet ve millet hayatımızdaki en büyük eksikliğimiz doktrin ve ideoloji eksikliğidir. Batı Dünyası ileri filozof ve ekonomistler yetiştirdi. Doğu Dünyasında Rusya ve Çin’in de kendilerine ait ideolojileri var. Ama Türk Devrimi, siyasal ve askeri olarak gösterdiği üstün ve örnek başarıyı ideolojik sahada gösteremedi. Bunda Devrimcilerin ihmal ve eksiği vardı ama asıl unsur karşı Devrimcilerin hiç bitmeyen atakları ve yeni Türk Devrimini bitirmek için emperyalizmle iş birliği içinde yürüttüğü islam istismarıydı. Oysa aydınlanma ve ilerlemeye, çağdaş uygarlık seviyesinin de üstüne çıkmaya yönelik fikir ve ruhun canlı tutulması, her türlü gerici, darbeci ve emperyalist emellere karşı direnç oluşturabilirdi. Cumhuriyetin okullarında İnkilap Tarihi sıkıcı bir ders ve Devrim Ruhu resmi bayramlardaki tek düze törenlerin ötesine geçemedi. Nasıl geçsindi ki, dini, İslamı kötüye kullananlar, menfur propagandalarının merkezine Muhammed Peygamber, Hac, Kuran gibi kutsalları koyarak açıktan açığa din istismarı yapanlar, İslam’dan başka, gelişen dünya ve çağdaş fikirler hakkında hiçbir bilgisi olmayan garip ve cahil halkın oylarını kolayca alabiliyordu. Bu oy yağmuru öyle bir seviyeye geldi ki, Cumhuriyet düşmanı şeriatçı Derviş Mehmet’in soyundan gelen bir FETÖ’cü politikacı şöyle diyordu: “Kurban olduğum Allah’ı verdikçe veriyor!”. Derviş Mehmet, Cumhuriyetin genç Yüzbaşısı Fahri’ye “Ben mehdiyim, şeriatı ilan ediyorum, bana kimse direnemez” demiş ve başını bağ testeresiyle kesmişti”. Anadan Mısırlı Arap, babadan Girit Rumu olan Mehmet’in torununu, Cumhuriyet Meclis Başkanı makamına kadar çıkarmış, Cumhurbaşkanı danışmanlığına kadar da yükseltmişti. Amerikan Emperyalizmini protesto eden ilerici ve milliyetçi gençlere bıçak sallayan bir başkası da aynı yüksek mevkilerde görev alabilmiştir.



Dini kutsalları kendi siyasi emelleri ve ekonomik çıkarları için alet edenlerin halk arasında bu denli itibar bulmasının asıl nedeni, Türk Devrimi’nin şumüllü, nüfuzlu ve Dünyayı kapsayıcı ideoloji ve doktrin yaratma girişimlerinin daha filizlenme aşamasında budanması, boğulmasıdır. Maalesef Türk halkı Avrupa ve Amerika halkları zaten bir yana, Rusya, Çin, Kore, Japonya halklarının kadar bile yaşadığı kültürel gelişim ve değişim sürecini yaşayamadı. Yüz yıla yakın bir süre geçmesine rağmen Osmanlı Döneminin cehalet ve Arap Kültür Emperyalizmine bağlılığını üzerinde kirli bir elbise gibi taşımaya devam etti.

***

Mustafa’nın babası Ali Rıza Efendi’nin küçük memuriyetinden daha önceki yazılarımızda söz etmiştik. Onun bir başka ilginç vazifesi daha öldü. Bu onun gönüllü yaptığı ve devlete olan bağlılığını gösteren önemli bir vazifeydi. 1876 yılı Türk – Rus Savaşlarından birinin daha olduğu yıldır. Osmanlı Devleti bu savaş sırasında yedek askeri birlikler kurmuştu. Bunlardan biri de Selanik’te kurulan “asakir-i muavine” olmuştur. Bu askeri yedek birliklerin bir diğer adı da “asakir-i mülkiye”dir. Hatırlatalım yeniçeriliğin kaldırıldığı 1829 yılından başlayarak bu yedek askeri yapılanmalara zaman zaman başvurulmuş, savaşlarda kullanılmıştır.

Ali Rıza efendi Selanik’te evkaf dairesinde katip olarak çalışırken, kurulan asakir-i mülkiye taburuna gönüllü olarak yazılmıştı. Harp sırasında gereğinde başvurulacak olan bu yedek tabura katıldığında, okur – yazarlık o dönemde çok önemli olduğundan ve Ali Rıza Efendi de katiplik mesleğini icra ettiğinden, kendisine üstteğmen rütbesi verilmişti. Çeşitli kaynaklarda görmeye alıştığımız resmi, aslında elimizde bulunan tek resmi de bu taburda üsteğmenken, askeri kıyafetle çekilmiş olan resmidir. Resimde Osmanlı üsteğmeni elbisesinde bir eliyle kılıcının kınını tutarken, diğer eli kılıcı tutmakta ve selam verir pozisyonundadır. Ali Rıza Efendi 1877-1878 döneminde bu askeri taburda hizmet vermişti.

Zübeyde Hanımla evlendiğinde Zübeyde Hanım yaklaşık 20 yaşındaydı ve evkafta değil gümrükte, Türk-Yunan sınırındaki Çayağzı (Papazköprüsü) gümrüğünde çalışıyordu. Evkaf dairesine sonradan geçmiştir. Bekarlık döneminde, hepsinden de önce Batı Trakya’nın Kırcaali ve Makedonya’da Tikveş öğlesinde küçük memuriyetleri de olmuştu.

-

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol