Mustafa’nın Babası, okula başlamasından bir süre sonra öldü. İptidai mektep denen bu ilk tahsili Mustafa, büyük ihtimalle tamamlayamadı.

Ama daha sonra girdiği ortaokul sınavlarında başarılı oldu ve tahsiline devam edebildi.

Mustafa yıllar sonra Gazi ünvanını aldığında ve Türklerin Atası mertebesine yükseldiğinde o günler hakkında şöyle söyleyecekti: “-Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey mektebe girme meselesine dairdir. Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem ilahilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu. Babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi mektebine devam etmem ve yeni usul üzerine okumama taraftardı. Babam işi ustaca halletti. Evvela bilindik törenle mahalle mektebine başladım. Bu suretle annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebine çıktım. Şemsi Efendi mektebine kaydedildim. Az zaman sonra babam vefat etti…”

Mustafa’nın aynı mahalleden arkadaşı Nuri, ileriki yıllarında da onun yanında olacak ve Cumhuriyet sonrası Conker soyadını alarak Nuri Conker diye anılacaktır. Çocukluk arkadaşı Nuri’nin babası sarıklı bir hocaydı ve Zübeyde Hanım üzerinde tesiri vardı. Mustafa Kemal Atatürk de ileride bu tesirden bahsedecektir.

Zübeyde, Nuri’nin sarıklı hoca olan babasının ve yaşadığı Türk Müslüman mahallesinin etkisiyle Mustafa için dini bir eğitim istemişti. Mustafa’nın ileride sarıklı hoca olmasını istiyordu. Hocalar ve dini ilimleri tahsil eden ilmiye sınıfı askere de alınmıyordu. Osmanlı Devleti’nin dört bir yanındaki cephelerde, Makedonya’dan Arap çöllerine kadar hemen her türlü coğrafyada, yüzyıllardır Müslüman Türk gençleri şehit oluyorlardı. Mustafa’nın yaşadığı yıllarda Balkanlarda da çalkantılar oluyordu. Belki de biraz bu yüzden Zübeyde oğlunu güvende tutabilmenin kaygısıyla hareket ediyordu. Asker olursa o yılların Osmanlı’sında hangi cepheden şehit haberi gelir diye oğlunun asker olmasına gönlü el vermiyordu. O bir anaydı.

Mahalle mektebinde dini tahsil görenler, delikanlılık yıllarında itibaren sakal bırakırlar, ayaklarında mest, bellerinde kuşak, üstlerinde mintan olan cüppeli ve sarıklı öğrencilerdi. Halk içinde itibarları vardı fakat önemli bir ayrıcalıkları yoktu.

Zübeyde Hanım’a eşinin ölümü sonrasında “Zübeyde Molla” lakabı takılır. O zamanların Osmanlı Coğrafyasında, Mollalık kadınlar için de kullanılan bir ünvandır. Hem dini bilgileri kuvvetli olup dini konular danışıldığı hem de o dönemde çok çok nadir olan okuma yazmayı bildiği için bu ünvana sahip olmuştur.

Dini tahsili çekici kılan bir başka husus da Zübeyde’nin de hayran olduğu, okula başlama törenleridir.

Yeni usül-modern eğitim yapan kurumlarda olmayan bu törende, yeni elbiseler giydirilmiş çocuk tören kıtasıyla evinden alınır. Boynuna içinde elifba, amme cüzü ve Kuran-ı Kerim bulunan sırmalı çantayla evinde hazır beklerken, diğer sarıklı-cübbeli öğrenciler başlarında sarıklı hocaların idaresinde ikişer sıra olmuş halde yeni öğrencinin evine gelirler. Yeni öğrenci en ön sıraya alınarak yürüyüşe devam edilir. Kafileye öğrencinin babası ve büyükleri de dahil olur. Pencerelerden çocuğun annesi ve bütün mahalle kadınları, kafilenin mahalleden ayrılışına bakarak dualar okur ve göz yaşı döker, zihin açıklığı diler. Kafile ilahiler söyleyerek yoluna devam ederken sokaklarda halk iki taraflı toplanarak onları dualarla ve iyi dileklerle uğurlar. Okula gelindiğinde yeni öğrenci rahle önünde diz çöker, Kuran alfabesinden hoca ona parmağıyla harf göstererek okur, yeni öğrenci hocanın her okuduğunu tekrarlar ve tören burada biter.

Yeni usül okullarda ise bu tür merasimler yoktu. Zübeyde Molla, oğlunun duasız, ilahisiz, merasimsiz, kuru kuruya okula başlamasını istemez. Çünkü o merasim, onun için üstünlük göstergesidir. Kendi oğlu Türk ve Müslüman çocuğu değil midir, diğerlerinden ne eksiği vardır? O yüzden Ali Rıza Efendi, hem onun istediği törenle mahalle mektebine başlatır, ardından kendi istediği yeni usül tedrisatı olan okula gönderir.

Şemsi Efendi mektebi, günümüzün özel okullarına benzer. Hatırlatalım tevhid-i tedrisat adı verilen eğitim ve öğretimin tüm yurt çapında bir ve aynı olması Cumhuriyetle beraber gelmiştir. O dönemde böyle bir birlik yoktu. Büyük şehirlerde ve Selanik’te yeni fikirleri olan girişimci sermaye sahibi kişiler popüler ve itibarlı, Avrupai okullar açarlardı. Şemsi Efendi, Selanik’in ismi çok iyi anılan itibarlı bir şahsiyeti olduğundan, okulu da onun ismiyle anılmaktaydı. Okulun bilinen itibarlı isimlerinden biri de, Mustafa’nın da hocası olan Cudi Efendi’ydi. O devrin Selanik aydınları arasında sevilir ve sayılırdı (Yakın Tarihimiz Dergisi, Ali Canip Yöntem’in Anıları). Okulun bir başka hocası da Çopur Efendi diye anılan sarıklı bir Kaligrafi hocasıydı.

Dini törenle başladığı mahalle mektebinden sonra, ilahisiz, törensiz, duasız gittiği Şemsi Efendi Okulu’nda Mustafa başarılı oldu. Mektebini sevdi, hocalarına bağlandı. Kendini mektebine verdi, yetenekli ve çalışkan bir öğrenci olarak biliniyordu. Basit, mütevazi, iyi kalpli ve iyi niyetli babası, oğlunun okuması, yetişmesi, büyük adam olması arzularını taşıyordu. Talihi Zübeyde ile evlenmesi hariç yüzüne hiç gülmemişti. Oğlunun istikbalini göremeden mektebe kaydından kısa süre sonra vefat etti.

Şehirde biraz daha müreffeh bir hayat sürebilmek üzere Kasabadaki memuriyetinden istifa etmiş, özel sektörde de iflas etmişti. Devlet memuriyetinde 3 lira aylıkla zor geçinen aile, şimdi Zübeyde’ye bağlanan 2 mecidiye (40 kuruş) dul maaşıyla nasıl geçinecekti?

Mustafa’nın babası Ali Rıza Efendi yalnız fizik değil moral olarak da çöküntü içinde hayattan göçüp gitmişti. Mustafa çocukluk dönemini sefalete yakın şartlar içinde, babadan mahrum geçirdi. Evine bağlı, iyi niyetli ve eşi güzel Zübeyde’ye sırılsıklam aşık olan Ali Rıza onlara namus ve itibar miras bıraktı. Bir de Selanik’teki pembe evi.

Mustafa’nın kardeşi Makbule hanım, Ali Rıza Efendi’nin gümrük memurluğundan ayrılıp kereste tüccarlığına başlaması, şehir değiştirmeleri, işlerin iyi gitmeyişi, ardından elde kalan az miktar sermayeyle yeni girdiği işin de iflasla sonuçlanması yüzünden çekilen sıkıntıları ve bu yüzden babasıyla annesi arasındaki anlaşmazlıkları nakletmiştir. Fakat ailenin bütünlüğünü sarsan ciddi anlaşmazlık ya da kavga olmamıştır.

Ali Rıza Efendi’nin hayatta koruyucusu, arkası yoktu. Devlet memuriyetinden ayrılıp ticari hayata atılmış ve başarısız olmuştu. Tekrar memur olmak istedi. Önemsiz ve çok düşük gelirli memuriyetler için bile başvurdu ama sonuç alamadı. Yenilgiyi kabul etti, kendisini içkiye verdi. İşsizlik, hastalık, ve en sonunda verem onu çökertti ve bu dünyadan aldı. Basit, sıradan ve iyi niyetli bir adamın bu çöküş döneminde Mustafa okuma çağına gelmişti.

Ali Rıza Efendi’nin miras bıraktığı pembe evin haremlik ve selamlık iki bölümden oluştuğuna önceki bölümlerde değinmiştik. Evin bu iki kısmından biri, ölümünden sonra Zübeyde hanım tarafından kiraya verilmiş ve az miktar bir dul aylığı alan Zübeyde’ye bir de aldığı kira geliri, destek sağlamıştı.

Ülkemizin son 20 yıla yakın geçmişine dini temelli bir rejim kurma çabası damgasını vurdu. Aydın ve ilericilerin suikastlarla tasfiye edilmesi, dinci sermayenin ülke ekonomisinde önemli yerlere getirilmesi ve müzikten edebiyata, sanattan bilime her alanda dini ögelerin bilinçli ve tekrar tekrar işlenmesi bu çabanın bazı özellikleridir.

Siyasal İslam olarak da adlandırılan bu rejim değiştirme çabası, muhalefetin büyük oranda tasfiye edilmesi, basının, askeriyenin, adliyenin ve mülkiyenin ele geçirilmesiyle neredeyse dikensiz bir gül bahçesi gibi adım adım, sakin sakin gerçekleşti. Sakinlikten söz öderken İslamcıların kendi aralarındaki çatışmaları hariç tutmak gerekiyor. İslamcılığın prim yaptığı bu dönemde parsa kapma çabası bir çok cemaat ve yapılanmanın yükselmesini ve rant yarışına girmelerini körükledi. En son devleti ele geçirme aşamasında meşru iktidara ve topyekün milletimize bir darbe şoku yaşattılar.

Fakat tarihin ve toplumun kurallarının defalarca öğrettiği gibi tepeden aşağıya doğru inşa edilen her şey temelsiz olduğundan çökecektir. Ülkedeki çok sesliliğin siyasal baskı, ekonomik pranga, düşünce özgürlüğünün kısıtlanması gibi yöntemlerle ortadan kaldırılması ve tek adam rejiminin ihdası elbette ki topyekün bir yıkıma, topluca bir yanılgılar ağı ve ardından Allah korusun, yıkıma yol açacaktı. Araştırmaların gösterdiğine göre “her derde deva siyasal islam” döneminde, ülkemiz son on yılda dünyada kişisel hak ve özgürlüklerin en çok gerilediği ikinci ülke konumuna yükseldi. Bilindiği gibi siyasal İslamı, devlet yönetiminde ve sosyal hayatta hakim kılmak isteyen zihniyet uzun süredir iş başında.

Lakin bu zihniyetin hayata geçirilmesinde temel ve hakim rol oynamış ağızlardan son günlerde şu tespiti duyuyoruz: “Siyasal İslam artık çöktü!” Ülkemizde artık İslami çevrelerde bile İslami bir devrimin olamayacağı söylenti ve kabullerini duyuyoruz. Gerçi bu sözü artık pek itibarı kalmamış eski bir Cumhurbaşkanı söyledi. Exeter Üniversitesi’nde, eski Genelkurmay başkanı yeni Savunma Bakanı olan şahsiyet ve Fetö’nün gazetesinin eski bir yazarı ile beraber, Batı menfaatleri konusunda dizayn edilmişlerdi. Söylendiğine göre o da diğerleri gibi Amerika’nın desteği ile siyaset sahnesinde yükselmişti. Yeni siyasal parti oluşumu içinde olan bu eski Cumhurbaşkanı’nın millet nazarında itibarı oldukça düşük olsa da, tespitini dikkate almak gerekir. Ne de olsa toplumsal ortamı iyi analiz edebilen bir Batı müttefikidir. O açıdan bakıldığında, siyasal İslamcılardaki bu değişimi görmek gerekiyor.

Bu önemli bir zihinsel değişim.

Tüm güçleri ellerinde toplayanlar işin böyle olamayacağını anladı.

Tarihin ve toplumun kendi kurallarının işlediği, derelerin tersine akamayacağı, bilimin ve aklın egemen olması gerektiği birçok romantik zihine herhalde yerleşmiş olmalı.

Romantik diyorum, çünkü ortaya atılan bir idealdi ve geçmiş güzel günlerin özlemiyle yaşamının en ağırlıklı taraflarını laik olan geçirmekten aslında mutlu olan bireyleri, şeriat özlemiyle yanıp tutuşturuyordu.

Bu tespit aslında yüzyıllar önce de yapılmıştı.

Sadece İslam için değil, hemen bütün dini temelli siyasal yapılanmalar için. İnsanlık tarihi, bireysel özgürlüklerin ve demokrasinin ilerlemesi için yapılan binlerce girişim, başkaldırı, savaş ve mücadeleyle dolu. Hemen tümü de, dini rejimler dahil, otokratik yönetimler ve kişisel özgürlükleri kısıtlayan, insanın bireysel yaşamını düzenlemeye kalkanlara karşı oldu. Kıyafetten evliliğe, devlet düzeninden sinemaya, şarkılardan resimlere, hatta nasıl tuvalete gidileceğine kadar karışmadan duramaz bunlar.

Elbette ki inanç kutsaldır. İnancını yaşamak, bireysel özgürlükleri kabul eden ve gelişmesini teşvik eden demokratik yönetimlerde en iyi şekilde mümkündür. Bir başkasını rahatsız etmeksizin başkalarını özgürlüğünü kısıtlamaksızın herkes inancını istediği, arzu ettiği ölçüde yaşayabilir, yaşamalıdır da. Fikirlere, zevklere ve inançlara karışmaya da, sorgulamaya da kimsenin hakkı yoktur. Hele de değiştirmeye kalkışmak veya küçümseyip aşağılamak çağdaş ülkelerde cezai sorumluluk getirir.

Atatürk devam ettirilememiş ve yerine de geçerli hiçbir şey koyulamamıştır. Atatürk’ün attığı temeller üzerinde günümüze kadar gelen Türk Cumhuriyeti, gösterdiği ilerlemeyi de bu temellere borçludur. Ne yazık ki her gün Türklüğe, Cumhuriyete, Laiklik ve Çağdaşlığa saldırılar devam etmekte, Atatürk idealinin söndürülmesi için hiçbir fırsat kaçırılmamaktadır. Türkiye’mizi gerici yobaz bir düzene teslim ederek emperyalizmin oyuncağı haline getirmek isteyen işbirlikçiler çoğunlukla din olgusunu kullanmakta, İslami söylemleri paravan yapmakta Türklüğü ve laik Cumhuriyeti aralıksız yıkma girişimlerine devam etmektedirler.

Ülkemiz emperyalizmin el aleti olan dinci bir topluluğun askeri darbe girişimini yakın zamanda atlattı. Emperyalizmin savaşarak elde edemediğini hangi yolları kullanarak yapmaya çalıştığının somut örneğini hain darbe girişimi sırasında hep beraber gördük.

Sağ – sol çatışması, Alevi – Sünni kavgası, Laik – İslamcı kavgası hep emperyalizmin el aletleridir. Atatürk ilke ve devrimlerini anlayanlar için bu el aletleri dayanıksız birer sırçadan maşadır, Atatürkçüler bunları ellerinin tersiyle iter, kırar.

Bu yazı dizisinde milletine devlet hediye etmiş ulu önderimizin yaşamını özetlemeye çalışırken de hakaret ve iftiralarına devam ediyorlar. Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisi ve soyu hakkında olmadık yalanları ortaya atarak zihinleri bulandırıyorlar.

Evet milletini esaretten kurtaran büyük milliyetçi ve ilerici ulu önderin başarıları hesaba alındığında, nereli ve kim olduğunun hiçbir önemi yok. Fakat iftira ve yalanların da karşısında durmak gerekiyor.

- - - -

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol