Osmanlı döneminde öyle âdetler vardı ki insanlar sadece lisân-ı hâl ile anlaşırdı. Günümüzde beden dili de diyebileceğimiz bu âdetler hiç şüphe yok ki ince düşüncenin vesilesiyle zuhur ederdi. Bugün ecdadımızın ne kadar hassas ve düşünceli olduğunu sizlerle yâd etmek arzusundayım.

        Özellikle son zamanlarda gündeme gelen “Zimem Defteri” ile yolculuğumuza başlayalım. Ramazan günlerinde zengin insanlar bakkal, manav gibi dükkânlara giderek zimem defterine bakmak isterlerdi. Defterin başından, ortasından, sonundan seçtikleri sayfaları kopararak orada ismi yazılı olanların borçlarını öderlerdi. Ne borcu ödeyen ne de borcu ödenen birbirini tanırdı. Böylece kibre kapılmadan sırf Allah’ın rızasına uygun hareket etmek istenirdi.

        Osmanlı zamanında evlerde iki adet kapı tokmağı bulunurdu. Biri kalın biri ince olan bu tokmaklar la elbette bir şeyler anlatılmak isteniyordu. Erkek misafirler kalın tokmağı, kadın misafirler ise ince tokmağı kullanırlardı. Böylece ev sahibi kimin geldiği anlardı. Evin erkeği kendi misafirini, evin kadını da kendi misafirini ağırlama fırsatı bulurdu.

        Kız isteme merasimlerinde kız tarafının özellikle dikkat ettiği bir hususu dile getirmek istiyorum. Kız tarafı, kızlarını istemeye gelen damadın namaz kılıp kılmadığını öğrenmek için dizlerindeki pantolonun izine bakardı. Ne kadar da değişmişiz, öyle mi? Şimdi bizlerde ya dizi yırtık pantolonlar var ya da eskimiş pantolonlara fakirlik damgası vurma düşüncesi var. Atalarla torunlar arasındaki bu uçurumun neden kaynaklandığını kendime sormadan edemiyorum.

        Elbette Osmanlı’da da pencerelere çiçek koyma alışkanlığı vardı; ama bu alışkanlık sadece evin güzel görünmesi için değildi. Sarı renkli çiçek konulan evler “ hasta var!” anlamı taşırken kırmızı renkli çiçeklerin süslediği evler “gelinlik çağına gelmiş bekâr kızların” olduğunu ifade ederdi. İnsanlarımız sarı renkli çiçekleri gördüklerinde haliyle gürültü yapmamaya, hastayı rahatsız etmemeye gayret etmişlerdir. Kırmızı renkli çiçeklerin olduğu evlere de hem görücüler rahatlıkla gelmiştir hem de saygısızca konuşmalar gibi taşkınlıkların önüne geçilmiştir. Şimdi kadınlara tecavüz eden, şiddet uygulayan, öldüren sapkınları gördükçe kimin torunları olduklarını çok merak ediyorum.

        Sadaka taşlarını unutmak ne mümkün? Taş bloklardan oluşan sadaka taşları genelde cami ve türbelerin köşelerinde bulunurdu. Zenginler, riya ve gösteriş yapmadan sadaklarını bu taşlara koyardı. Fakirler de gece gelip ihtiyacı kadarını alır ve oradan ayrılırdı. Böylece ihtiyaç sahipleri, hem incinmezdi hem de kalan paralar başka ihtiyacı olan insanlara ayrılırdı. En önemlisi de bu uygulamayla dilenciliğin kalmamasıydı. Düşünüyorum da şimdi sadaka taşları kursak o para orada ne kadar kalır ve ilk kimler alır? Bir de acaba sadaka taşını da söküp götürürler mi?

        Gelelim vazgeçilmezimiz olan kahvelere. Kahvenin kırk yıl hatırı olduğunu söylemeyen, bilmeyen neredeyse yoktur. Ecdadımızın kahve âdetinde bir güzellik daha vardı. Tahmin edeceğiniz üzere kahvenin yanında su getirilirdi. Misafir, kahveyi alırsa tok; suyu alırsa aç sayılırdı. Tabii aç olan misafire sofra kurulur, tok misafire kahve sonrası meyve ikram edilirdi.

        Böyle düşünceli, hoşgörülü, saygılı olan ecdadımızı saygıyla anıyorum. Bizlerin de özüne dönerek tekrar bu güzelliklere sahip çıkmamızı Cenab-ı Allah’tan (c.c) niyaz ediyorum. Selam ve dua ile kalın inşallah. Allah’a emanet olun.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol