Gürol, çalan alarm sesiyle uyandı. Uyku mamurluğunu üzerinden atamamanın yorgunluğu ve şaşkınlığıyla lavaboya geçti. Yorgun ve yıpranmış yüzünün aynadaki yansımasını izledi bir süre…

Ak düşen sakallarını ve saçlarını eliyle yokladı. Gözlerinin çevresini saran kırışıklıkların her geçen gün artması canını sıktı. Aklına Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş Şiirinin bazı dizeleri geldi:

“Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?

Ya gözler altındaki mor halkalar?

Neden böyle düşman görünürsünüz

Yıllar yılı dost bildiğim aynalar.

Zamanla nasıl değişiyor insan

Hangi resmime baksam ben değilim…”

İş hayatında da özel hayatında da birtakım sorunları vardı. Bu sorunlarla mücadele etmek onu hayli yıpratmış, dahası sonu belirsiz bir geleceğin bilinmezliğine sürüklemişti.

Şimdi daha çabuk sinirleniyor, daha az konuşuyor ve daha fazla düşünüyordu. Bazen tamamen dalıp gidiyor, bulunduğu ortamdan büsbütün uzaklaşıyor, yitip kayboluyordu.

Demans ve alzaymır onu çok korkutsa da, şimdilerde bu hastalıkların pençesine düşmeye aday biri olduğu gerçeği beynini kemiriyordu. Aklını büsbütün kaybedip birilerine bağımlı yaşama düşüncesi onu çıldırtmaya yetiyordu.

Bazen okuduğu bir kitabı, izlediği bir filmi, bildiği bir durumu hatırlamakta zorlanıyordu. Hatta küçük kağıtlara aldığı notlarla unutkanlığına bir nebze çare aramaya çalışsa da, sonraları bu notları yazdığını bile hatırlamakta zorlanmaya başladı.

Bazı anılarsa, kendi içinde unutulmaya tamamen yüz tutmuştu.

Önceleri çok üzerinde durmasa da, bu durum giderek can sıkıcı bir hal alıyordu. Kendini potansiyel bir hasta olarak görme fikri, beyninde kalıcı bir hasara yol açıyordu.

Birkaç kez doktora gitti ama yapılan tetkiklerde önemli bir bulguya rastlanmadı. Buna sevinsin mi üzülsün mü bilemedi. Çünkü kendini tanıyordu ve beyninin kendine oynadığı bu oyun, kısa vadeli bir sıkıntı değil, adeta gelecek kaygılı günlerin de ayak sesleri gibiydi.

Aklına yazar Ahmet Altan’ın söyledikleri geldi:

“Kendi içimde derine inmeye korkuyorum. Çünkü orada neyle karşılaşacağımı bilmiyorum…”

Şimdi aynı korkuyu ve endişeyi içinde hiç olmadığı kadar güçlüce hissediyordu…

Bu duygularla arabasına atlayıp evden ayrıldı. Çarşıya gelince, hemen her sabah yaptığı gibi, uzun süre park yeri aradı. Birkaç tur attıktan sonra bir cadde üzerinde bulduğu boşluğa aracını park etti.

Her gün farklı yerlere aracını park etmek zorunda kalmak canını çok sıksa da bunu yapmaya mecburdu. Çünkü maaşından, bir de garaj parası adı altında bir bedel ayıracak maddi gücü yoktu.

Asgari ücretle çalışmak ve hayatta var olma mücadelesi vermek çok da kolay değildi. Kırkını aşmış biri için hala bekar olmak zor olsa da, içinde bulunduğu şartlar evlenip yuva kurmasına olanak sağlamaktan hayli uzaktı.

Kendini kaderin insafsız ellerine bırakmıştı. Dalından kopan yaprağa rüzgarın vereceği yönün teslimiyeti içindeydi. Artık rüzgar ne yandan eserse o tarafa savrulacak ve kayıtsız şartsız yaşanacaklara teslimiyetle bağlı kalacaktı…

Gürol yorucu bir günün sonunda işten çıktı ve arabasına doğru yürümeye başladı. Yolda aracını nereye park ettiğini hatırlayamadığını fark etti:

“Sahi nereye gidiyorum ben?” dedi kendi kendine…

Sabahları park ettiği bütün ara caddelere tek tek gidip baktı ama aracını bulamadı. Çıldırmak üzereydi. Kafasını toplayıp sabah saatlerini ve hangi ara caddeye girdiğini hatırlamaya çalıştı…

“Yoksa çalındı mı” şüphesi bile geçti içinden… Sonra sabah saatlerini bütünüyle hatırlayamadığını fark etti.

“Allah’ım sen aklıma mukayet ol” dedi telaş ve korkuyla…

Gürol tüm aramalarına rağmen aracını bulamadı…

Sonunda polise gitmeye karar verdi.

Yüzünde, beyninin kendisine oynadığı bu oyunun belki de sonun başlangıcı olabileceği gerçeğinin kaygılı izleri vardı…

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol