Hayat zor. Herkes sırtındaki yüklerle bu hayatta var olmaya çalışıyor. Kimi eşiyle, kimi aile bireyleriyle, kimi mal varlığıyla, kimi yoklukla, kimi de sağlık sorunlarıyla uğraş veriyor.

Kimi bu mücadelede başarıya ulaşırken, kimi de yenilgiyi kabulleniyor ve mücadele ruhunu daha başlamadan kaybediyor.

Psikolog Gülseren Budayıcıoğlu'nun "Madolyonun İçi" adlı eserinden esinlenerek hazırlanan "Kırmızı Oda" dizisi bu sıkıntılarla boğuşan insanların mücadelesini anlatır.

Budayıcıoğlu'nun gerçek hastalarının hayat hikayelerinden yola çıkılarak hazırlanan dizi, hayli ilgi gördü.

Dizide sunulan çözüm önerileri, hastalara yaklaşım tarzı ve onlara sunulan çözüm önerileri takdir topladı.

Herkes hayatının belirli dönemlerinde benzer sorunlar yaşamıştır.

Önemli olan bu sorunlarla ne kadar mücadele edilebildiği...

Bence kendimize esas sormamız ve üzerinde etraflıca düşünmemiz gereken kısım da burası...

Bu mücadele ruhunu yitirmiş bir gencin, yakın bir dostuna yazdığı mektuptan bir kesit sunmak istiyorum size.

Okurken, bu kadarı da fazla diyenleriniz olacağı gibi, bu genci anlamaya çalışıp kendi yașadıklarını gözden geçirenleriniz de olacaktır...

İște bu sıkıntılarla mücadele eden bir gencin içinde bulunduğu durumun kelimelerde vücut bulmuş hali: "Ben niye böyle oldum hiç bilmiyorum dostum.

Artık hiçbir şeye tahammül edemez oldum.

Ne sabrım kaldı ne de hakkını verme çabam...

Kendimden bir kez daha nefret ettim.

Bir insanın hayat karşısındaki ezilmișliğinin en çarpıcı örneklerinden biri gibiyim.

Beni kimsenin anladığını da sanmıyorum, hatta bazen ben bile kendimi anlamakta zorluk çekiyorum.

Bu sebeple kimseye, beni neden anlamıyorsunuz diye kızamıyorum bile.

Buna hakkım da yok zaten. Kendimi çok yalnız hissediyorum.

Eşime bile anlatamıyorum pek çok șeyi.

Neyin var diye ısrar ettiği oluyor ama basit ve umarsız cümlelerle durumu geçiştirme çalışıyorum.

Bir şeyleri saklamak, örtbas etmek ve insanların aklında farklı algılar oluşmasın diye gösterdiğim çaba, artık kabak tadı veriyor, dahası midemi bulandırıyor.

Hem her şeyi anlatsam ne olacak ki?

Beni anlayamaz, biliyorum.

Bu onun suçu da değil zaten.

Bir tükenmişlik sendromu bu belki de...

Belki de bir yok oluşun ilk emareleri...

Ciddi anlamda bir psikolojik desteğe ihtiyacım var gibi görünüyor.

Kaldı ki, böyle bir destek gerçekten var mı, bana bir șeyler katar mı, bu psikolojimi düzeltebilir mi onu da bilmiyorum...

Nerde yanlış yapıyorum acaba?

Bu dünyaya ait değilim sanki.

Neyim, kimim, bu hayattaki gayem ne, varmak istediğim yer neresi gerçekten bilmiyorum...

Film ve romanlardaki mutlu sonlar artık canımı acıtıyor ve bana hiç gerçekçi gelmiyor.

Sanki birilerinin bana nazire yaparcasına göstermelik, yapay yüzlerle gerçekleştirdikleri bir șey gibi geliyor bana...

Kanalizasyon çukurunda debeleniyor gibiyim.

Çırpındıkça daha beter batıyorum sanki...

Ve çıkmak için ne bir çaba var, ne de bir umut ışığı...

Böyle biri olarak yaşamaktan hiç bir zaman mutlu olmadım, bundan sonra da olacağımı hiç sanmıyorum...

Keşke ve niye'lerle kurulu cümlelerim olsun istemiyorum artık.

Yarın artık başka bir gündür diyebilme cesareti aşılamak istiyorum içime.

Ama bunu yapabilecek en ufak bir umut ışığı yok içimde...

Üstadın "Șu üç günlük dünyada kim kalmış baki, günümüzü gün edelim bunda ne var ki" diyebilme cesaretini göstermek ve hayatıma tatbik ettirmek istiyorum ama...

Goncarov'un Oblomov'undan, Yusuf Atılgan'ın Zebercet'inden, Sait Faik'in Lüzumsuz Adam'ından, Peyami Safa'nın Mahșer'inden farksızım...

Belki de bu sana son mektubum olacak. Yarın ne getirir, ne götürür bilemiyorum.

Ama bildiğim bir şey var: O da artık yaşama sevincimin giderek yok olduğu...

Her şeye rağmen içimde yeșertmeye çalıştığım yaşama sevincimi giderek kaybediyorum...

Ben artık eski ben değilim ve hiç bir zaman da olamayacağım, bunu artık biliyorum..."

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol