Dünya bir yana radyosu bir yanaydı. Kahverengi kılıfının içinde beyaz frekans düğmesiyle cızırtılı bir dünyaya yolculuk ederdi buhranda olduğu vakitlerde. Radyonun antenini sağa sola doğru çevirir ve duygularına hitap eden bir frekansı tutturdu mu orada kalır, hayallere dalardı. Radyosu onun mahremiydi ve radyo dinlediği anlar da onun en mahrem ve uhrevi halinin tezahürüydü. Ağzı açık izlenen bir film, zevkten dört köşe olunan bir resim, aklı bir karış havaya sıçratan bir kadın, kalbi yerinden söken bir korku sahnesi ve insanı yerine oturtmayan bir heyecan kasırgası içinde sürekli cebelleşip dururdu. Bu radyo bir nevi onun demir attığı liman, eleğini astığı duvardı.

İnsan ruhunun en tenha sokaklarına değin sirayet eden yalnızlık rüzgârı onun ruhunun tamamını etkisi altına alıyor ve kuru bir yaprak misali oradan oraya sürüklüyordu. Kâh seyyarelere çıkıp yıldızlara arkadaş oluyor, kâh yerin altına girip böceklerle hemhal oluyordu. Onun iflah olmaz bir hali, şifa bulmaz bir derdi vardı.

Güzel arkadaşım ne söyleyeceksin bugün bana bakalım, diye konuşmaya başlardı radyosuyla. Onun bu halini görenler aklını yitirdiğini düşünebilirdi pekâlâ. Özenle radyonun düğmesine basışı, antenini büyük bir incelikle yuvasından çıkarıp yukarıya doğru çekişi, cızırtısını büyük bir zevkle dinleyişi ve o an ki ruh haline uygun bir şarkıya da denk geldi mi duymuş olduğu zevki tarife ne kalem yeterdi ne de kâğıt.

Babaannesinden kalma bir radyoydu bu. Eskiydi ama cana can katıyordu. Her şeyden ve herkesten daha yakındı ona. Ağladığında onu teselli edecek şarkıları buluyordu radyosunda. Bir nevi gözyaşlarını silen el oluyordu radyo. Hüzünlüyse eğer radyonun frekanslarında mutlaka onun hüznünü dillendirecek bir şarkıya da denk geliyordu ve o an radyo onun omzuna konan el oluyordu ve hüznünü paylaşıyordu onunla. Az da olsa neşeliyse o an, işte radyoda hemen bir roman havasıyla onun bu neşeli haline eşlik ediyordu. Kaç uzun ve karanlık geceyi onunla sabah etmişti emektar radyo. Elayak çekilince açılırdı radyo ve inceden inceye işlerdi onun ruhuna her melodisiyle. Hatıralarda dem vururdu acı bir kahve eşliğinde. Fallarda dahi çıkmayan mutluluğun izlerini arardı adam radyonun her kanalında.
Kara gün dostuydu radyosu onun için. Ruhundan kopup giden her sevgiliye bir ağıt yakardı, kalbini yerinden söken her kadına sitemkâr sözler söylerdi ve kendisine yalnızlığa iten her afete belki de bir beddua ederdi radyo. Yani o an nasıl bir ruh içindeyse radyosunda da mutlaka ona uygun bir şeyler çalıyordu. İnsanın böylesine dostu var mı damarı damarına, hissi hissine? İşte insan sevmez mi böyle bir dostunu, diye söylerdi herkese radyonun öve öve. Kendisini anlamayana da söve söve düz giderdi.

Buhrandaydı diyorum çünkü eksik olmazdı günler buhransız onun için. İç sesi hep ona radyoyu aç ve bastır onun sesini diye komut verir o da otomatikleşen bir ruh haliyle itirazsız bir şekilde düğmesine basardı radyonun. Tam da o an dünyayla bütün irtibatı kesilir, gözleri sabit bir noktaya kilitlenir ve kirpiğini dahi kırpmadan dakikalarca oraya takılır kalırdı. Dudakları istemsiz bir şekilde mırıldanır, elleri radyoyu kavramış bir şekilde durur, aklı kim bilir hangi âlemin sokaklarında volta atar, kalbi ise hangi aşkın kenar mahallesinde sevdiğinin yolunu beklemeye koyulurdu.

Kazara ocakta unutmuş olduğu bir çaydanlık varsa fokur fokur kaynamaya devam eder, başının üstündeki hayal baloncuklarına benzerdi çaydanlıktan çıkıp göğe doğru yükselen buharlar. Sonra yine unutmuş olduğu ve filtresine kadar yanıp kül olmuş sigarasının hali ölmüş bir insan benzerdi zarif parmaklarının arasında. Düştü düşecek… Kapısı mı çaldı duymazdı, deprem mi oldu takmazdı. Birileri ona mı seslendi sağır olurdu.

Nereye giderse gitsin radyosu elinde olurdu. Ve hep cızırtılı… Onun kalp ritmine benzetirdim bu cızırtıyı. Frekansını bulamamış bu dünyada da bu yüzden net çekmiyor, derdim onun için. Parkta oturduğu vakit, pikniğe gittiğinde yahut şehre indiğinde, pazara çıktığında, balık tuttuğunda, yürüdüğünde hep gelirdi sesi radyonun. Belki de 24 saatin tamamında açık kalırdı. Bir nevi tutsağı olmuştu radyosunun, kelepçelenmişti frekanslara. Bazen en uzak ülkelerin dalgasını yakalardı ve anlıyormuş gibi dinlemeye koyulurdu.

Bir gün ilçeyi ikiye bölen Ohi Deresi’ne karşı oturmuştum. Üzgündüm. Aşk oduyla yanmış ve küle dönmüş yüreğim terk rüzgârıyla tekrar harlanmıştı. Bu nasıl bir ağrıydı rabbim? Düşman başına bile diyemiyordum. Nemlenmişti kirpiklerim. Kıyamet kopsa hissetmezdim o an. Aklım donmuş kalbim atmıyor gibiydi. Nutkum tutulmuş, ellerim birbirine kilitlenmişti. Bir ses eşlik ediyordu hüznüme. İçimin yağlarını eritiyordu adeta. Uzaklarda geliyor gibiydi, gözlerim o sesin kaynağını arıyor ama bulamıyordu. Kulağım sesin geldiği yöne kabarıyor ama tam olarak sesi kaynağını keşfedemiyordu.
“Üzülme,
Hangi sevda bitmedi?
Hangi gözyaşı dinmedi?
Hangi ateş sönmedi?
Bir göz ‘aç kapa’lık dünyada
Kendini heba etme güzel dostum.” diyordu bu cızırtılı ses. Kendime geldiğimde yanı başımda bir radyo vardı, açıktı. Sağa sola, önüme ardıma baktım kimse yoktu. Belki de o radyoya benim daha çok ihtiyacımı olduğunu düşünmüş, dalıp gitmiş olduğum o anlarda yanıma gelip oturmuş ve hüznüme şahit olmuştu. Bana teselli olsun diye de radyosunu açmış, şarkımı bulmuştu. Sonra bu dünya içinde en sevdiği şey olan radyosunu yanıma bırakıp gitmişti. Benim ona daha çok ihtiyacım olduğunu düşünmüş olmalıydı. Sizin var mı böyle her şeyini uğrunuza feda edecek bir dostunuz? Tek sermayesini bir çırpıda size sarf edecek biri? Onu bir daha hiç görmedim. Radyosu ondan yadigâr kaldı bana.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol