Alman şair Ranier Maria Rilke ne kadar şiirlerin doktoru ise tıbbın şairi de Nörolog Oliver Sacks’ın “Awakenings” adlı eseridir.

Sacks’ın aynı isimle sinemaya uyarlanan Oscar adayı olan filme ilham veren Türkçeye “Uyanışlar” olarak çevrilen film 1990 yılında gösterime girdi.

Sacks, 1966 yılında Bronx’ta bir kronik bakım hastanesi olan Beth Abraham hastanesinde danışman nörolog olarak çalışırken hastalarla karşılaştığı hastaların ve ailelerin dünyasını yansıtır.

Birçok hasta onlarca yılını insan heykelleri gibi garip, donmuş hallerde geçirmiştir.

Onları, 1916’dan 1927’ye kadar dünyayı kasıp kavuran ensefalit (beyin iltihabı, beynin akut enflamasyonudur) salgınından kurtulanlar olarak tanıdı ve onların, iyileşmelerini sağlayan o zamanlar deneysel bir ilaç olan L-dopa ile tedavi etti.

Bu hastalar, daha sonra İngiliz tiyatrosunun en iyi temsilcisi olarak nitelenen Harold Pinter-A Kind of Alaska’nın bir oyununa ilham veren Uyanışlar’ın konusu oldular. Filmde başrollerini Robert De Niro ve Robin Williams’ın paylaştığı film, en iyi film dahil üç dalda Oscar’a aday gösterilmiştir.

Sosyal açıdan beceriksiz karakter olarak kurgulanan Dr. Sayer (gerçek hayatta Oliver Sacks), bir hastalığın başlangıcından sonra onlarca yıldır zihinsel olarak aktif olmayan bir grup katatonik hastayı tedavi etmekle görevlendirilir. Tehlikeli bir şekilde, ailelerine umut vermektedir.

Sacks’ın gözünde insanlık yok olmaya mahkûm bir armağandır: Hayatın geri alım vergisi olan hastalığın insan yaşamındaki trajedi etkisini ortaya koymaya çalışmaktadır.

Bununla birlikte, standart kayıp paradigmasından küçük bir ayarlamayla, Uyanışlar, insanlığı kaybettikten sonra yeniden kaybetmenin, ancak yeniden kaybolmasının nasıl olacağının okuyucuyla ve izleyiciyle buluşturulmasıdır.

Filmin ana teması sevdiğimiz biri öldüğünde, aslında geride kalan acıyı karşılamak için dünyada kalan bizler olduğunu gözümüzün bilincini keserek vermektedir. Hastalığın neden olmak zorunda olduğunun arayışının sorgulamasını yaptırır. Ama tatmin edici bir cevapta veremez de… Ölmemişlerin ölüm yasını bizim varoluşsal tepkimizi- geri dönüşü olmayan kaybın neden olduğunu sarsılmaz acıdan kendimizi kurtarma girişimini işlemektedir. Filmde ölmemiş ölülerin diyarı gibidir…İzleyiciyi de asla ayrılmadıklarını söylemek için saksıda yaşayan bitki olarak bakabiliriz, ancak bu, gerçeğin ayık yüzünde tehlikeli bir inkâr eylemi olduğunu da vermektedir. Uyanışlar, sevdiğimiz birinin aslında gitmediğine dair duyduğumuz mantıksız umudun derinliklerine inerek bize bunu gösteriyor. Gerçek olaylara dayanan ve hayata geri dönen insanların hikayesidir. Bronx’taki bir psikiyatri hastanesinde 1917-1928 yıllarında ensefalit lethargica salgınından kurtulan bir grup hasta yaşamaktadır. Hastalar, yaşam kalitesini çok az deneyimleyen ya da hiç deneyimlemeyen şiddetli sersemliklerinde yalnızca kendi varlıkları onları çerçeveleyen kabuklarıdır. Dünya çapında yaklaşık beş (5) milyon insan etkilemiştir ve yaklaşık üçte biri bu hastalıktan bundan öldüğü kayıtlara geçirilmiştir.

Hastaların dünyası aktarılırken onların bilinçli ve farkında olacakları- yine de tam olarak uyanık olmayacakları; bütün gün sandalyelerinde hareketsiz ve suskun oturmaları, tamamen enerjiden, itici güçten, inisiyatiften, güdüden, iştahtan, duygudan veya arzudan yoksun kaldıklarını; onlar hakkında ne olup bittiğini aktif bir dikkat göstermeden ve derin bir kayıtsızlıkla izlememizi doğrultusunda kurgulanmıştır. Hastalar yaşam duygusunu ne aktarmaktadırlar ne de hissetmektedir. Hayaletler kadar önemsiz ve zombiler kadar pasiflerdir.

Dr. Malcolm Sayer, yeni ilaç L-Dopa’nın hastaları üzerinde denenmeye değer olduğu konusunda kararlıdır. Bu Dr. Sayer’in tamamen bilimsel bakış açısıydı. “Aileler ne hissederdi?” Ailelere umut olarak sunulan L-Dopa davasından önce uykudaydı. Görüşleri mütevazı ve gerçekçi olsa da denenmemiş müdahalelere karşı güvende olan sevdiklerine fiziksel olarak tutunabildiler. L-Dopa onların dünyasını alt üst ederdi. Aileler, eğer işe yararsa hayatlarının ölçülemeyecek kadar mutlu olacağını biliyorlardı; ancak birçok klinik deney gibi ilaç bir vaat değil, bir şans, bir umut sunuyordur. L-Dopa’ya başarısız olmak için umut yatırmak, onları yenilerini yaratırken eski yaraları yeniden keşfetmeye zorlamaktadır. Kısa bir süre L-Dopa bir başarı sunduktan sonra umudun korkusu tekrar hayatlarına salıverildi. Hastalar ilaçla canlanıyordu, geri dönülmez şekilde kaybedilen yıllardan sonra aileler yeniden bir araya gelmektedir ve birlikte potansiyel geleceklerle telafi edilmesine karşın başarı kısa sürmektedir. Pratik olarak, artık yaşlanan hastalar, genç, bilinçli ve coşkulu oldukları on yıllar sonra, şaşırtıcı yeni dönemlerle nasıl başa çıkacaklarını öğrenmek zorundaydılar. Ayrıca, çok az fiziksel ve sosyal özerkliğe sahipken nasıl yaşayacaklarını yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır. Hastaların her gün, kayıtsız sersemliklerinde yaşadıkları dokunulmamış, onları var eden psikolojik dünyaları, batık umutlarından ve bilinmeyen yan etkilerden daha iyi olabilir miydi? Düşüş acımasız olabilir. Umut tehlikeyi davet eder, çünkü bize parçalanabilecek bir şey verir. Daha önce hayat tam olarak mutlu olmasa da aileler en azından ne bekleyeceklerini biliyorlardı.

Uyanışlar, biz izleyiciye nihilist olmamamızı öğrettiği yerde umudun davet ettiği tehlikenin farkındalığını vermesidir. Umut insanların can damarıdır: Hayata devam etmek için değerli canlılık sağlar. İnsanoğlu umut edecek bir şey olmadan, neden bir şey yapsın? Deneydeki hastaların çoğu eski yaşamlarına asla geri dönemezken L-Dopa bazı hastaların tekrar uykuya dalmadan önce geçici de olsa insanlıklarını bir kez daha deneyimlemelerine izin vermektedir. Onların uyanışları sonluydu. Hayat da öyle aslında: Dayanılmaz bir biçimde zalim olan hayata karşı ümit gemisinin yelkenini nefesimizle üfleriz. Hayat, insanlığa sunduğu küçük hediyelerinde bile güzelliğini takdir etmememiz gerektiğini anlatılır. Başka bir bakış açısıyla, hayatın zirvesinde bile olsa zorunlu olarak da olsa kendimizle çelişkiye düştüğümüz karanlık yönümüzü imgeler: Yetenek düşünceden doğar. Kontrollü edilgenlikten doğar ve eylemin dinlenmeden doğduğu anlatılır. Yine tersi gibi algılansa da aynı şekilde, korkumuzun da umudu izlemesi; yoksa kaybetmeye değer değerli hiçbir şeye sahip değilsiniz düşüncesini algılatır.

Film bizlere, hayatın kırılganlığı karşısında elimizde fırsat varken projelerimizi gerçekleştirmemiz için bize itici güç vermektedir. Bunun eşsiz bir deneyim olduğunu bir hiçlik noktasından diğerine yani hayatımızda sonluluk noktasının başlangıç ​​kadar gerekli olduğu doğum ve ölüme doğru yaratıcı bir şekilde gelişmemizi sağlayan bir dizi kendi kendini aşma eylem düşüncesini de vermektedir. Kendi varlığımızı nihilist bakış açısıyla sorguladığımızda tek hayat aslında büyük bir şanstır. Uyanış durumunda iki yol vardır. Tıpkı Benedictus de Spinoza’nın da dediği gibidir hayat: “Korkuya karışmayan umut, umuda karışmayan korku yoktur.”

Uyanışlar biz izleyiciye başınıza ne gelirse gelsin doğru bulun ki en çok üzüldüğünüzde hisleriniz daha da fazla güçlenebilsin. Sevip de kaybetmek hiç sevmemiş olmaktan daha iyidir. Eğer sevgi gibi ölümü de hayatınıza alırsanız, onu kabul ederseniz ve onunla dürüstçe yüzleşirseniz, kendi ölümünüz kaygısından ve hayatın önemsizliğinden kendinizi kurtarırsınız- ve ancak o zaman kendiniz olmakta özgür olabilirsiniz. Bildiğimiz şey, kimyasal pencere kapanırken başka bir uyanış gerçekleşti; insan ruhunun herhangi bir şeyden daha güçlü olduğunu. Ve beslenmesi gereken de budur: iş, oyun, arkadaşlık, aile. Önemli olan bunlardır. Unuttuğumuz şey budur aslında: en basit şeylerdir.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol