Başını ellerinin arasına almış, demli çayını da yarıda bırakıp soğutmuştu. Hani kulağının dibinde ramazan topunu patlatsalar adama ses gitmezdi. Sanki bu âlemden göçmüştü, yaşam adına bir sistem varsa adamın içinde emin olun o sistem külliyen çökmüştü.
Meçhul Adam'dı namı. Buradaki herkes onu bu şekilde çağırırdı, bu kadarıyla bilinirdi. Bir hikayenin sadece başlığıydı Meçhul Adam ama acılı da hüzünlü de trajikomik de olsa meşhur adam olmuştu bir anda.
Yüzündeki çizgiler pek de hayra ve refaha işaret değildi. Derin ve uzuncaydı her çizgi. Bu çizgiler, Anadolu'nun o sarp kayalıkları arasında uzayıp giden vadilerine benziyordu. Her bir çizgi ayrı bir acının hikayesini saklıyordu. Okumasını bilen için bu adam hüznün coğrafyasıydı. Aşkın ansiklopedisi belki de... Çilenin sözlüğü...
Bir şiirin dizeleri gibiydi adamın hüzünlü gözleri, Fuzuli'den bir beyit gibi... İnce bakanlar anlardı onu, derinden anlayanlar ancak çözebilirdi onu. Ya bakışları! Arada nadir de olsa size bir namlu gibi doğrulttuğu bakışları! Avına hücum eden bir alıcı kuşun gözleriydi adeta! Direkt öldürmeye ayarlıydı. Yüzü tıraşsızdı, belli ki kaç günlük olan sakalları kirli görünüyordu. Hani yakışıklı da sayılırdı.
Kafeste bir muhabbet kuşu delice şakıyordu. Çiftleşme vakti gelmiş gibi kafayı yemişti. Bir sütçü geçiyordu karşıda "süüüütttçççüüüü" diye bağırıyordu. Bu kaçıncı geçişiydi belli ki müşterisi yoktu. Bir çocuk ağlıyordu, kim bilir belki de açtı. Bir kadın pencereden uzattığı sepetle zemin kattaki bakkaldan bir şeyler istiyordu. Hayat ana damarında akan kanıyla yaşanıyordu. Herkes yaşıyordu; kafesteki kuş, saksıdaki çiçek, topraktaki böcek, uçan kelebek, tarladaki kelek... Astığımız elekler bizi tecrübeli kılıyordu artık.
Kıyıda köşede saklı kalmış onca insanın mekanıydı burası, bir çay ocağıydı. Semaverde her zaman için kaçak bir çay vardı tam kıvamında. Tadı acımsı, rengi tavşankanından koyucaydı. İçi karalı ve yaralı olan, bir nevi bu çayla iç acılarını bastırıyordu. Çivi çiviyi söker hesabı, yavuz hırsız ev sahibini bastırır gibi.
Tavla ve domino taşlarının sesi yankılanıyordu. Üç dört kişi ortaya konan günlük gazetelere göz atıyordu. Hayat devam ediyordu. Etrafı o kadar kalabalık, o kadar çoktu ki… Oysa bir adam köşede, en dipte, gemileri batmış bir şekilde bu âlemin dışına çıkmıştı. Kim bilir herkes neler düşünüyordu onun bu hüzünlü hali karşısında. Onun göğü simsiyah bulutlarla kaplıydı. Şimşekleri ise direkt çaktığı yeri yakıyor, yağmurları sel olup akıyordu önüne her şeyi katarak. Dünyası başına yıkılmıştı sanki! Çürümüştü duyguları, inlemesinden anlamıştım bunu. Küflenmişti yaşları, ağlaya ağlaya ona bir hal olmuştu çünkü. Yaşlanmıştı. Önünde karalama babında bir şeyler vardı, belki de son sözleriydi. İyice yaklaşıp göz attım ama o benim farkımda bile olmadı. Onun bu cansız haline üzüldüm.
Bir acı okyanusun kıyısında oturmuştum. Elbette gülemezdim. Elimi uzatıp Meçhul Adam'ın karalamasını aldım. Zafer kazanmış gibi hissettim kendimi, heyecanlandım. Esrarlı bir mektup zarfını açar gibi hissettim, bir gömü bulduğumu zannettim.
Adamın soluğu hızlıca ve kesik kesikti. Beti benzi solukçaydı. Kendimi suçlu gibi hissediyordum ama yazdıklarını okumak için de kendimi mecbur hissediyordum.
“O kadar güzel sevmiştim ki onu, o denli net ve berrak... Bir ilkbahar günü dağdan eriyip gelen coşkun kar suyu gibi sevmiştim: gürül gürül, şırıl şırıl, dupduru... Bu sevda değildi asla kupkuru... Sen gülüşsün dudağımın kenarından bir gonca gibi açılan. Gamzesin yanağımın tam ortasında bir gül gibi saçılan ve boğazımda bir düğümsün demirden bir lokma gibi yutkunamadığım. Sana bir demet çiçek olacaktım, saçlarına takılacaktım yaz kış. Solmadan, kokusunu yitirmeden, çürümeden... Gittin ya artık bana da bu can ve cisim gerekmez. Yaşıyor olmam bile mucize şu an. İnsanlar gelip geçiyor, zaman su gibi akıyor. Kendimi her şeyin ve herkesin dışında tutuyorum. Varım ama yoğum. Çoğum ama azım. İçtiğim çay karanlıktan bile daha koyu. İnlemelerim dağları eritecek gibi. Aklım, onun saçlarına takılmış bir serçenin çaresizliği içinde varlığına takılıp kalmış ve o serçe gibi çırpınıp duruyor. Ya kalbim! Onun aşkıyla her zerresi dahi dolu... Bu yüzden başkasını sevemem, başkasına yer açamam kalbimde. Ölene kadar sürecek bir aşkın canlı cenazesi, hapishanesiyim. Artık susuyorum, bu son cümlelerimdi. Son kelimelerim... Son harflerim...Ve öyle lâl kesil ki kimseler duymasın seni nasıl da sevdiğimi! Sana nasıl da delirdiğimi bilmesin kimse!""
Gözlerimdeki nemi sildim elimin tersiyle. Meçhul Adam'ın elini tuttum; nabzı yoktu, eti buz gibiydi. Kemiği kırılacak gibiydi, kalbi ise zaten kırılmıştı.
Bir aşk arttığıydı Meçhul Adam, bir kalp eziği...
Kimseye yoktu bir şey ettiği, varsa yoksa kendineydi ettiği.



