• Ne göndereyim sana?

• Hiçbir şey istemem, dedi.

• Lütfen, dedim.

• O zaman bana yapboz gönder, çok severim. dedi.

Gün ağarıncaya kadar oturdum kaldım bir yapbozun önünde. Tamamlanmayınca olmuyor işte ve böyle uykusuz bırakıyor sizi de. Ömrümün bütün parçalarını serdim masaya. Bir ameliyat masasındaki hekim gibi; bütün organları sökmüş de koymuş masaya. Tek tek yerine koymaya çalışıyor ama en önemli azası eksik: kalp. Hani onu bulsa ve koysa yerine tamamlanacak ve belki de öldü denilen adam kalkıp koşacak.

Öyleydim onun kadavra masasında. Yazdığım her şeyde, konuştuğum, paylaştığım, dinlediğim, izlediğim her ne varsa. Herkes vardı da o yoktu gibi. Aslında o vardı da herkes yoktu. Benim olmayan birine dünümü verdim evet ama bugünümü ve yarınımı veremem. O kadar ömrüm yok ki! Bir can oyunu değil ki bu. Yandıkça yeni canlarım olsun!

Eskinin esamisi bile okunmuyordu kitabımda. Mevzubahis bile değildi bende. Yok hükmündeydi. Kaç bin yıllık acıları masaya koymanın öne sürmenin bir anlamı yok bende. Giden gitmiştir, ölen ölmüştür. Ondan arta kalan her şey, kırıntı bile bir mana ifade etmiyor bugün bende. Manayı mana katarak, imayı yün yumağı gibi sararak boynuma kaşkol yapmanın benim nazarımda kıymeti harbiyesi yok.

Yapboz TDK’de, kesilmiş resim parçacıklarını birbirine uygun duruma getirerek resmi yeniden oluşturmaya dayanan bir tür çocuk oyunu. diye tanımlanmış. Bende de eksik olan yan olarak sen tarife giriyorsun ama o kadar takılıp kalmışsın ki hafiyeliğe bırak cümleleri, kelimeleri harfler den bile işkilleniyorsun.

Kalem kırılır, kağıt yırtılır.Yazılan her şey silinir, hikayelere nokta konulur. Şiirler terk edilir, romanlar da yok sayılır. İnsanlar da kalır yadigarında insanın: acı bir hatırada olur bu, tatlı da. Kalkıp da eskiyi diriltmeye kalkmak ya da öyle zannetmek ölünün dirilmesi kadar hakikata mugayirdir. Çünkü gömülmüştür mazinin mezarlığına üstüne kireç dökülmüştür ki hiçbir tesiri olmasın bugüne.

Tamamlayamadığın yapbozunum senin. Ne sen bunu tamamlayacaksın ne de ben bunu tamamlamana müsaade edeceğim. Eksik kalacak her şey. Bir yapıdaki tuğla gibi. Bir duvardaki taş, bir gözdeki yaş gibi. Ne sen o tuğlayı eksik olduğu yere koyacaksın ne de ben o eksik yanımı sana gösterip gel buraya koy o tuğlayı diyeceğim. Ne sen o taşı gediğine oturtacaksın ne de ben bağrımdaki boşluğu sana işaret edip de buraya oturt diyeceğim o taşı.

Bu satırları okuduğuna eminim, bilmeni isterim kendimden de eminim. Emin olmadığın bir yüreğe aynı silahla onlarca el ateş etmenin manası nedir? Elinde söz hançeriyle sevdiğini zannettiğin yüreği paralamanın nasıl bir faydası var sana?

Nasılsın? diyorum imalı bir şekilde teşekkür ederim, diyorsun. Nasılsın? diye soruyorum imalı bir şekilde aldığım en güzel hediye, diyorsun. Nasılsın? diyorum yazdıklarımı önüme sürüyorsun. İyi de onlar sana söylediğim “Nasılsın?” kadar bir mana ifade etmiyor ki! Ölü birkaç cümle, birkaç dize. Anlamıyorsun işte. Son sürat bir gülün peşinden giden şoför gibisin. Durup da yol kenarındaki kır çiçeklerini görmüyorsun. Aklın kalbinden hızlı gidiyor ama kalbin o kır çiçeklerini kokusunu alıyor, uzaklaşan ve asla kavuşamayacağın bir kara gülün değil.

İnsan kaybettiğinde anlıyor kıymetini, varlığını sevdiğinin. Onu yaralarken, kırarken, üzerken, suçlarken, karalarken düşünmez. Kaybedecek hiçbir şeyi yokmuş gibi davranamazsın o yüreğe. Kendi yalnızlığında senin kalabalığına sığınmış, kendi iç mahpusluğunda senin insafına kalmış, ateş olup da benzine atma kendini.

• Ne istersin benden?

• Hiçbir şey istemem.

• Lütfen!

• Bana yapboz gönder, bunu isterim.

Koydum zarfın içine kendimi. Dünümü, bugünümü, yarınımı… Kalbimi, aklımı, özlemimi… Gözlerimi, burnumu, kulağımı…

Tamamla beni, diye de bir not iliştirdim mektubun kenarına. “Dağıldım ya toparla” manasında.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol