Zaman olur, sözcüklerin taşıdığı anlamlar kifayetsiz kalır acılar karşısında.
Zaman olur, teselliler soğutmaz yanan yüreğin kor ateşlerini.
Zaman olur, gözden süzülmek için insanı dinlemez o yaşlar.
Zaman olur, ateş ısıtmaz olur üşüyen yüreğini insanın.
Zaman olur, yediğin bir lokma düğümlenip kalır boğazında.
Zaman olur, kendinden vazgeçersin bir başka can için.
Zaman olur, uykular haram olur karanlığın ortasında.
Zaman olur, an’lar asra dönüşür.
Zaman olur, dile ağır gelir de yükleyemez yürekteki duyguların ağırlığını kelimelerin omuzlarına.

Büyük felaketten hemen sonra yaranın da sıcaklığıyla,
“Ateş sadece düştüğü yeri yakmıyormuş.” diye söyleyenler var fakat hiç de öyle söylendiği gibi değil.

O ateş kısa süreliğine de olsa herkesin yüreği yakabilir fakat onun sızısı ve izi sadece düştüğü yürekte sonsuzluğa uzanır.

Evet, herkes bir şekilde tv karşısında ya da sosyal medya aracılığıyla hatta daha ileri biçimde bizzat orada bulunarak insanların acılarına ortak olmaya çalışır. Onlarla beraber ağlayıp onlarla beraber üzülüyorlar.

Bunlar yaranın sıcaklığıyla birlikte duyulan ortak acılardır.

Zaman, dertlerin devayla buluşup iyileşmeye başlamasını sağlayan en kuvvetli aracıdır insanın.

Kanayan yaraları sarıp sarmalamaya başlar kendince zaman! Onlar kabuk bağlamaya başladıkça herkes kendi dünyasına döner sessizce ve bunu kendisi dahi fark edemez.

Ara ara kapısını çalan birkaç paylaşım ya da fotoğraf karşısına çıkınca kısa bir yolculukla acılarını sırtlamaya çalıştığı insanları hatırlar.

Birkaç derin derin iç çekişten sonra kalkar gözlerine inen mazinin perdeleri ve hayatın devinimi içinde kendi hamurunda yoğrulmaya, yağında kavrulmaya başlar çünkü insan, yaradılışı itibariyle unutkan bir varlıktır.

Bu özellik belki de yaradanın verdiği değerli bir armağandır. Unutmak, yaraların acısını dindirir…

Hani zaman kabuk bağlamaya başlamıştı ya o yaraların üzerine; aslında onlar, sönmeyen bir volkan misali her an aktifleşmeye hazırdır.

Gecenin karanlığında dinlenmek için sarıldığı bir rüya, okuduğu kitapta gözlerine takılan birkaç kelime, elinde kalan yırtık ve belki de bir köşesi soluk fotoğraf, radyo dinlerken kulağını okşayan bir türkü…
Bunlar o yaraların dibini eşeler eşeler durur.

Unutmak verilen bir armağan olabilir ancak öyle yaralar vardır ki zamanın elinden kurtulup unutmanın sınırlarını aşar ve her an yanı başında durur insanın.

Bu güçsüzlük gibi görünse de aslında kişiyi acılara karşı dirençli kılar.

Zaten derdi veren, dermanı da sabrı da kat kat veriyor.

Olayın sıcaklığıyla herkes farklı bir psikolojiye bürünebiliyor.

Duygusal tepkiler verip empatik davranışlar sergilemeye başlıyor.

Aslında mesele bundan sonra başlıyor, tam da burada!

Unutmaya başladığımızda!!!

Yaşanılan bu acıyı unutmadan ama onunla yüzleşerek yaşamalıyız.

Bunu yaşayanlara da elimizden geldiğince destek olmalıyız.

En azından yaranın kabuk bağlamasını sağlayana kadar…
 Ne demişti Tolstoy;
“Acı duyabiliyorsan canlısın.

Başkalarının acısını duyabiliyorsan insansın.”


Canlılık, kalp atışıyla değil; orada merhametin varlığıyla ölçülür.


Canlı olmak yetmez bu aşamada, insan olmaktır önemli olan.

İnsan olmak kadar insan kalabilmektir marifet olan!!!

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol