Dil, din, ırk tanımaz aşk!

Gönle girdi mi bir kere akılla bağlantısı kesiliverir kişinin.

Düşünceler geri plana itilir ve sadece duygular yön vermeye başlar atılan adımlara.

Aşkın ayak izleri takip edilir sevilenin gönlüne ulaşabilmek için.

Kıymetli bir nesneye dönüşür aşk, Yunusî bir tabirle.

O’nun olduğu yerde akli melekelere pranga vurulur adeta.

Eğer aşık bir gönlü akıl idare ediyorsa orada aşk henüz hükmünü sürdürememiştir ya da gerçek aşk değildir kalbin çırpıntısı.

Eğer akli melekeler yitirilmeseydi aşkın girdiği bir yürekte, Mecnun düşer miydi çöllere?

Sussuzluğunu unutup sadece “Leyla!” zikri düşer miydi diline?

Zamanı yoktur onun.

Çat kapı giriverir içeri  farkına varılmadan.

Bir bakmışsınız sözcüklerin anlamları değişmiş, havanın kokusu değişmiş, kuşların sesleri değişmiş, şarkılar bir başka alemde... 

Ancak bu coğrafyada başka yaşanır aşk!

Leyla ile Mecnun mesela,

Aşık olan birine Mecnun denmez, Leyla olmuşsun, denir.

Aşık, maşukunu kendinden önceye almıştır.

Zaten maşukun adının hükmü yoksa eğer o sevda neye yarar? 

Bir zamanda sevgilinin adı Leyla’dır, gecenin leyline inat aydınlatır gökyüzünü bir ay yüzlü.

Başka bir zamanda adı Aslı olur.

Yüreğe düşen ateş yakar tüm bedeni.

Zaman geçer amma onun tadı hep aynıdır.

Bir bakmışsın adına Mihriban denmiş sevgilinin, öyle ki sarı saçlarına bağlamıştır da deli gönlünü, onu çözmeye gücü yetmez.

Her nesnenin bitimini de anlarsın fakat aşka hudut çizemez olursun ve onun sonsuzluğunda yitip gidersin!

Zamanın birinde bu sevgilinin adı, Zahide oluverir Bozkırdan yükselen yanık sesli bir ozanda.

Yıllarca sazının tellerinden çıkıp dilinde yankılanmıştır.

O söyledikçe saz aşır, sözler tükenir.

Onu dinleyen herkesin yüreğindekinin adı aynı olur ancak sevdaları farklıdır.

Başka bir şairin kaleminde Mona Rosa’ya dönüşür.

Öyle ki aşık ismini bile gizli tutar nazarlardan.

Hep Mona Rosa der ancak onun gönlündeki yankısı başkadır.

Sevda müphemdi eskiden, kimse bilmezdi bir yüreğe tohum attı mı yaradandan başkası bilmezdi yüreğe kazılı ismi.

Herkes maşukuna başka bir isim verirdi aşikar olmasından korktuğu için fakat kimse onun ağırlığını yalnız başına da taşıyamazdı.

Kimisi onu sazına yüklerdi ve dertli dertli çalıp söylerdi yüreğindekini hafifletmek için.

Çalıp söyledikçe sevdası daha da büyürdü içinde.

Sanırdı ki çağlayınca rahatlayacak ama o söyledikçe sevdası büyür oldu içinde.

Öyle ki dağları taşları aşıp da asırlar sonrasına ulaştı. 

Kimisi de derdini dökerdi beyaz bir sayfaya koyu renkli harflerle.

Kelimeleri ortak ederdi derdine.

Yazardı yazardı yazardı...

Kelimeler tükenirdi ancak sevdası coşardı. Kendi sevdasını dökerdi kağıda ama onu okuyan herkes için adı başkaydı. 

Kimi sazıyla kimi sözüyle yaşatırdı aşkını ama kimse aşikar etmezdi sevgilinin adını ki okuyan ya da dinleyen başka yüreklerde adı yankılanmasın.

Aşık sevdiği kadar da kıskanırdı maşukunu!

Kainatın yaradılışının harcında aşk vardı ancak o öyle bir aşk ki perdeler ardına gizlenmiştir, bulunmayı niyaz eder; her beşerde bulunmazdı.

Bulunsa da kimse farkına varmazdı.

Varanlar da ona kavuşmayı beklerdi. Mevlana’nın ölüm güne “Şeb-i Arus” demesinin sebebi buydu.

Ölüm bir son değil asıl sevgiliye kavuşmaktır.

Asırlar öncesinden söylemişti Yunus da Mevlana da.

Gerçek aşkı söylemseydi dilleri, isimleri kalır mıydı bunca zamana inat? 

Zaman geçip gider ancak sevdanın tadı hep aynıdır.

Yer yüzünden yok olacak son şey “Aşk”tır! İnsanoğlu var olduğu müddetçe aşk hep olacaktır.

Aşksız bir gönül çölden farksızdır.

Çoraklaşan gönlünüzde aşkın çiçekleri açsın!!!

YanıtlaYönlendir

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol