“Müzik ruhun gıdasıdır.”

Bu öyle havada asılı kalacak tarzda bir söz değildir en nihayetinde.

Çünkü müzik gerçekten insanları dinginleştirebilecek o güce sahiptir. İnsana duygu geçişleri yaşatacak güce de sahip.

Enstrüman çalan insanlar biraz şanslı bu konuda, deşarj olmak için veya içini kendi lisanınca dökebilmek için mutlaka elindeki enstrümanı kullanır.

O notalar ortaya çıktıkça ruh da yavaşça sakinleşmeye ve kendine gelmeye başlıyor.

Yani belki de fırtınaya kapılmış o ruhu limana sağsalim ulaştırır.

Çocuklarımıza da bu konuda yeteneği varsa eğer sonuna kadar destek çıkmalıyız.

Yani okumaya teşvik ettiğimiz kadar bu tür aktivitilere de yönlendirmeliyiz.

Onların da ruhlarının olduğunu unutmayalım ve onları istediğimiz kalıplara zorla sığdırmaya çalışmayalım.

O zaman işini seven ve mutlu bireyler olarak topluma kazandırabiliriz. 

Bu toprarklarda türkü dinleyip de etkilenmeyen insan yoktur herhâlde çünkü o türkülerin hepsi bir yaşanmışlığın eseridir.

O yaşanmışlıklardır aslında her dinleyeni alıp olduğu mekanın ve zamanın dışına taşıyan kendine has ezgisi eşliğinde.

O türküler, bir sevdanın yürek atışıyla söze dökülür.

Bazen sevgilinin bir bakışında, bazen yârin kirpiğindeki bir damlada, bazen söylenemeyen en pinhan duyguların işlendiği bir mendilde, bazen kavuşamamanın en derin hasretinde, bazen sevgilinin gurbet yolunu gözlemekte, bazen kaybedilen ananın, babanın, kardeşin ya da evladın dile kolay yüreğe ağır acısında,bazen cepheye gidip de dönemeyen askerin ardından geriye kalan mektupta gizlidir türkülerimizin hikayesi.

Bunlar bir dağın sarp kayalarında söylenir de uçsuz bucaksız ovaların düzlüğüne ulaşır.

“Ne zaman bir köy türküsü dinlesem şairliğimden utanırım.” diyerek onların taşıdıkları derim anlamı ve gücü ortaya koymaya çalışmıştı Bedri Rahmi Eyüboğlu.

Eski toprak diye adlandırdığımız atalarımız her türlü duygularını türküler aracılığıyla ortaya koymuşlardır.

Onlar bizlere kalan en büyük zenginliktir aslında.

Yöresel olarak ortaya çıksalar da herhangi birimizin en hassas duygularının teline değmiştir mutlaka. 

Ortaya konulduğu zaman ve ortaya koyanları belli değildir.

Bu da aslında çok ince bir düşüncedir bakıldığında.

“Ben” diye bir şeyin olmadığının “Biz”in varlığının kanıtır.

Yaşanılan her neyse mutluluk veya acı herkesin ortak paydası kabul edilmiştir ve bir toprakta ortaya çıkıp filizlenerek bütün Anadolu’ya kök salmıştır.

Bir yörede Gesi Bağları’ndan yankılanır o hasretlik.

Bir yörede Bülbülüm Altın Kafeste diyerek kavuşamamanım acısı dile getirilir.

Bir yörede Hey On Beşli’ler için ağıtlar çıkıverir dağlanan yüreklerden.

Bir yörede Hastane Önündeki İncir ağacıyla dert ortağı olunur.

Bir yörede Yâr İstanbul’u Mesken tutar da geride kalanların özlemi dökülür dillerden.

Bir yörede Yalan Dünya’ya isyan edilir.

Hangi yöremizde olursa olsun hepsinin ortak paydasıdır bu topraklar.

“Nerede bir türkü söyleyen görürsen korkma yanına otur.

Çünkü kötü insanların türküleri yoktur.” demişti bozkırın tezenesi Neşet Ertaş. 

Onların nasıl bir kalpten ortaya çıktığının en büyük kanıtlarından biridir aslında bu söz. 

Yani kalbi kötü olanın dilinde türküler dolaşmaz.

En saf duyguların yansımadır onlar.

Bu kültürel mirası mutlaka çocuklarımıza aktarmalıyız.

Türküler, dilin ve kültürün canlı bir şekilde taşıyıcısıdır.

Kaybedilen çokça değerimiz var ve çoğu uzun zaman oldu bir mezar taşına sahip olalı.

Ancak bu değerlerimizi de kaybedersek eğer kurumaya yüz tutmuş bir ağaçtan farkımız kalmaz.

Ne bülbül konar dalımıza ne bir ceylan uğrar pınar başımıza.

Türküler bizim usaremizdir, kalp atışımızdır.

Onlar olmadan kurumuş bir yaprak misali toprağa karışırıp yok oluruz.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol