Bir insan düşünün, hayatı hep karanlığa bürünmüş.

Hayata dair her ne var ise aydınlığa ait ondan mahrum kalmış.

Teninin renginden farklı değil onun için bu hayat.

Doğada yer alan onca rengin arasında sahip oldu tek şey koyu bir siyah.

O da önüne konan bu büyük engeli yani koca karanlığı sporla yırtıp aşmaya çalıştı.

Atletizmimle tanıştı ve onunla beraber attığı her adım karanlığuua yakılmış birer mumdu.

Gözlerinin rengi kara olabilirdi ama gönlünde umuttan örülü çiçek bahçeleri vardı.

Hiç durmadan koştu hayalleri ve hayatı için.

Elinde bir fıçayla siyah olan tuvale rengarenk çiçeklere çizmekti asıl isteği.

Attığı adımlar önce boşlukta öylesine sallanmış bir yumruk gibiydi amaçsızca ama yavaş yavaş toprağı hissetmeye başladıktan sonra daha sağlam atmaya başladı adımlarını.

Artık boşlukta öylesine sallanmış bir yumruktan ziyade hedefini bulan birer kroşeye dönmüştü attığı adımları.

Sonunda paralimpik olimpiyatlarında yarışmaya hak kazandı.

Tokyo’da düzenlenen turnuya katılmıştı.

Bu onun tuvaline çizdiği güzel çiçeklerden biriydi.

Onlar 200 metre koşusunda yarışırken yanlarında da onlara rehbetlik edip onlarla beraber koşan yardımcıları var.

Onların direktifleriyle beraber bitiş noktasına en hızlı şekilde ulaşmaya çalışıyorlar.

Yani bir takım oyunu mantığı hakimdi bir bakıma.

Sporla tanıştıktan sonra hayatla olan bağı daha çok kuvvetlenmişti.

O, dış dünyayla görsel olarak bir bağ kuramasa da onu artık bir birey olarak kabul etmişlerdi.

Görmediği şeyler onun başarısına tanıklık ediyordu.

Ama bu hikayenin en ilginç yerine henüz geçmedik.

Çünkü bu tarz şeyler genelde filmlerde olabilen şeyler.

Bir yarışın daha sonuna ulaşmak için kendisine rehberlik eden Manuel Vaz da Veiga ile beraber koşuyorlardı.

Adımlarını aynı anda atıyorlar.

Nefes alış verişleri bile bir uyum içerisindeydi.

Bitiş çizgisine ulaşmalarıyla birlikte Manuel onu orada bırakıp kısa süreliğine oradan ayrılıyor.

Kendisi de ne olduğunu anlayamamıştı çünkü diğer yarmacıların rehberleri onların yanındaydı ama kısa süre sonra Manuel geri geldiğinde herkesin içinde çok farklı bir duygu ve yüzünde güzel bir tebessüm oluştu. 

Manuel onun önünde diz çöküp elindeki alyansı onun parmağına takarak evlenme teklifi yaptı.

Heyecandan ne yapacağını bilmiyordu ama vücut dili ne kadar mutlu olduğunu gösteriyordu.

Evlilik teklifine içten bir “evet” dedikten sonra Manuel ayağa kalktı ve sarıldılar birbirlerine.

Tribündeki seyircilerden tutun da kenardaki malzemecilere kadar herkesin bu ana şahitlik etmenin mutluluğu bir tebessüme dönüşüvermişti yüzlerinde. 

Yapılan evlilik teklifinden ziyade hayata karanlık bir köşeden bakan birine yapılan teklifti.

Aşkın gücünün nelere kadir olduğunu görmek insanların umutlarını diri tutmaya yeterdi bile.

Koşarken adımlarını beraber atıyorlardı bir nizamla, nefes alış verişleri de aynı şekildeydi ama artık çok daha önemlisi olmuştu artık kalpleri de aynı şey için atıyordu ve buna “aşk” diyorlardı. 

Tek rengin hüküm sürdüğü bir dünyada göğüne bir gökkuşağı çizilmişti aşktan.

Koca bir meşaleye dönmüştü yaktığı her bir mum.

Tuvalinde rengarenk çiçekler oluşmuştu her fırça darbesiyle birlikte.

Pistte kendisinin her konuda yardımcısı olan kişi artık hayatının merkezinde olacak ve onun hem eli hem kolu hem de yüreği olacaktı.

Aşk....

Tarih boyunca birçok savaşın bile nedeni olmuştur.

Her ne var ise aşk içindir.

Dünya bile aşk üzerine kuruludur.

Yüreğinizdeki sevda gerçekse hiçbir engel veya kusur gözünüze görünmez.

Aşk, her şeyi silip ikiyi bire çevirmektir.

Yani bir bedende atan iki kalp. 

Artık Nidreia ve Manuel bir yolda yürümeyi seçmişlerdi.

Her şeyi tek kişilik yaşayacak olan iki yürek.

Sevdanın gücüne inanıp bunu da hayatlarının sonuna kadar yaşayan ve ıspat eden...

Sevda kusursuzdur, kusur ise onu taşıyamayan yüreklerdedir.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol