“Afganistan Mektupları” diye bir kitap okudum üstadım, ağabeyim (ona artık  ağabey diye hitap ediyorum kendi müsaadesiyle ) Zeki Bulduk’a ait. Kendisini bir tv programıyla tanıdım ve bunun güzel bir tesadüf olarak değerlendirdim. Afganistan’da görev aldığı süre zarfınca orada tanık olduklarını mektuplaştırarak bizlere ulaştırmış ve iyi ki de ulaştırmış…

Elime aldığım andan itibaren onu bitirinceye kadar okuduğum her mektuptan sonra Zeki ağabeye mesaj atmak istiyordum, ki birkaç tane de attım kendimi tutamayarak, her mektup farklı bir hüznün tadını getirip gönül damağıma bıraktı. Mutluluğun tadı kısa sürer ancak hüznün tadı bir ömür geçmez!…

Yazdığı mektuplarda geçen hayatlara sahip, buna hayat denirse tabi, olanların isimlerini burada söylemeyeyim ama sizler onlara etrafınızda tanıdığınız ve bildiğiniz kız veya erkek çocukların isimleriyle seslenebilirsiniz. Belki de bu sizlerin, onların yaşadıklarını anlamanızı kolaylaştırmasını sağlar. 

İmkansızlıklar demeyeceğim çünkü imkan kelimesinin bile unutulduğu bir coğrafyada yaşayan bu yetim ve öksüz çocuklar için yaptıklarını, yapmaya çalıştıklarını ve yapamak isteyip de yapamadıklarını dile getirirken içinde taşıdığı umutsuzluğu, çaresizliği, yıkılmışlığı, mahcubiyeti benim de yüreğime yerleştirdi. Yıllar geçmesine rağmen hâlâ onlar için atıyor yüreğinin bir köşesi!…

Bazı coğrafyaların verdiği sınavlar daha ağır oluyor. Cevaplarını bilseler de sorular kendi lisanlarınca sorulmuyor. Her gelen kendi lisanınca sömürüp gidiyor, onlar ise yokluklarının içerisinde var olmanın mücadelesini veriyor daima. Bizler ise varlığın delisi olmuş, kendimize mutsuzluklar türetiyoruz!…

Kitapta geçen şöyle güzel bir iki cümleyi paylaşmak isterim, 
“İçinde bin öznesi sadece bir fiili olan cümle gibiyim… İnsanın insandan umudunu kestiği yerdeyim…” 
Binlerce özne, kendi vatanında var olmaya çalışan her bir insanı kapsarken yalnızca bir fiil vardı o da “ölmek” ki ölünce dinlenmeye ve huzura erme şansları oluyor bu cehennemden farksız dünyada. İnsanlardan da umutlarını kesmişlerdi çünkü gelen her kim olursa olsun onlardan bir şeyler alıp gidiyordu. Kapılarını selamsız sabahsız çalanlar, yüzlerindeki sahte bir merhamet maskesiyle ellerinde kalan son şey olan “umut”larını da alıp götürmüştü. Üzererinde gök, ayaklarının altında topraktan başk bir şeyleri yoktu.

Velhasılı orada yaşanılanlar bir kitabın içerisinde yer alan, birkaç sayfalık mektupların içine sığamaz ancak Zeki ağabey, orada yaşayanların ol(a)mayan hayatlarını bizlere ulaştırmayı başarmış benim gözümde. Belki de orada yaşanılan acıların ağırlığını kelimelerle hafifletip sayfalara dökmüştür çünkü bu acılar kabul edilecek ya da sırdanlaştırılacak türden acılar değil. 

Kitaba her ne kadar mektuplar dense de aslında kısa da olsa bir ömrün sığdırıldığı satırlar onlar. Bizlerin memnun olmadığı hayatlar kimilerinin belki de rüyalarına bile girememiştir. Bu kitabı okumanızı ve okutmanızı tavsiye ederim!…

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol